Cumhuriyet ve Alevilerin tarih içindeki kesişim noktalarını derinlemesine keşfedin, kültür ve kimliğin şekillendiği benzersiz bir yolculuk.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci, sadece bir devletin inşası değil, aynı zamanda farklı inanç ve kültürlere sahip toplum kesimlerinin varoluş mücadelesinin de bir yansımasıdır. Özellikle Alevi toplumu açısından Cumhuriyet, Osmanlı döneminde uzun yıllar süren baskı ve dışlanmanın ardından yeni bir umut kapısı olarak görülmüştür. Laiklik ilkesi ve cumhuriyet rejimi, Aleviler için sadece bir rejim değişikliği değil; kendilerine nefes aldıran, kimliklerini özgürce ifade edebilmeleri için bir güvence olmuştur. Bu bağlamda Aleviler, bağımsızlık ve özgürlük vaat eden bu yeni döneme güçlü bir destek vermiş, Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde şekillenen Milli Mücadele’de aktif rol almışlardır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, Milli Mücadele’nin en kritik ve zor zamanlarında dahi Hacı Bektaş Veli Dergahı’nı ziyaret etmesi, bu topluma verdiği önemin somut bir göstergesidir. Söz konusu ziyaret esnasında, yeni devlet biçiminin Cumhuriyet olacağı fikrinin ilk kez burada, dönemin Postnişini Cemalettin Çelebi ile paylaşılması, tarihsel ve sembolik bir mesajdır. Cumhuriyetin ilanı, Aleviler için ‘öteki’ olmaktan çıkıp, eşit yurttaşlık statüsü kazanmanın başlangıcını temsil etmiştir.
Ancak ne var ki, devrimlerin ve cumhuriyetin getirdiği değişimlere rağmen, Alevilerin inanç özgürlüğü ile ilgili beklentileri tam anlamıyla karşılanamamıştır. Devlet organizasyonu, Lozan Antlaşması çerçevesinde azınlık haklarına sahip olan gayrimüslim topluluklar dışındaki tüm vatandaşları Sünni-Hanefi inanç çerçevesinde tanımlamış; bu da Alevilerin inançlarının ve kültürel kimliklerinin resmi olarak yok sayılmasına yol açmıştır. Örneğin, birçok Alevi vatandaşın nüfus cüzdanlarında yer alan “Dini: İslam, Mezhebi: Hanefi” ifadesi bu durumun simgesel bir göstergesidir. Bu resmi tanımanın olmaması, Alevilerin inançlarını özgürce yaşamasına engel olan kurumsal bir ayrımcılığı beraberinde getirmiştir.
Aleviler, cumhuriyet yönetimine gösterdikleri desteğe rağmen, özellikle 1924 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı ve 1925’te kabul edilen Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu ile önemli mağduriyetler yaşamışlardır. Diyanet İşleri Başkanlığı, laik bir devlet yapısında oluşmuş olsa da yalnızca Sünni-Hanefi inancının resmi temsilcisi konumuna gelmiş; böylece diğer inançlar, özellikle Alevilik kurum olarak dışlanmıştır. Aleviler, bu yapının kaldırılmasını veya yeniden kapsamlı bir biçimde düzenlenmesini sık sık talep etmektedirler.
Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu ise Alevi inanç ve kültürünün temel taşı olan cemevleri, dergâhlar ve ocakların kapatılmasına neden olmuştur. Bu karar, Alevi toplumunun inanç önderleri olan Pir, Mürşid ve Rehberlerin örgütlü varlığını yok etmiş, ibadetlerinin gizlilik içinde yapılmasına, hatta bir kuşak genç Alevinin inanç bilgisine ulaşamamasına kadar varan sonuçlar doğurmuştur. Dolayısıyla Alevilik, kentleşme ve modernleşme süreçlerinde büyük zorluklar yaşamış, bu kültürel boşluk, inançların sürdürülmesinde kesintilere yol açmıştır.
Devletin laiklik ve eşitlik ilkelerini benimsemesine rağmen, Aleviler üzerindeki kurumsal baskı ve ayrımcılık, yalnızca idari düzenlemelerle sınırlı kalmamış; çeşitli dönemlerde yaşanan katliamlar ve toplumsal şiddet olayları ile daha da derinleşmiştir. 20. yüzyıl boyunca gerçekleşen Koçgiri (1921), Dersim (1937-38), Maraş (1978-79), Çorum (1980), Sivas (1993) ve İstanbul Gazi-Ümraniye (1995) katliamları, Alevi toplumunun hafızasında derin yaralar açmış ve geniş çaplı göçlere, ekonomik ve siyasal mağduriyetlere sebep olmuştur. Ayrıca, Demokrat Parti’den itibaren yükselen sağ siyaset ve bazı Selefi-Sünni cemaatlerin desteklenmesi, Aleviler üzerinde bir tehdit algısı yaratarak toplumsal gerilimlerin artmasına neden olmuştur.
Alevilerin yaşadığı bu zorlukların uluslararası hukuk nezdindeki yansımaları ise özel bir önem taşır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’deki zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi (DKAB) derslerinin içeriğinin, Alevi inancını ve farklı dini bakış açılarını yeterince yansıtmadığını tespit etmiş, bu durumun ebeveynlerin çocuklarını kendi dini görüşleri doğrultusunda yetiştirme haklarını ihlal ettiğine karar vermiştir. Bu kararla Türkiye’ye ya içeriği çoğulcu ve nesnel biçimde düzenlemek ya da uygun bir muafiyet mekanizması sağlamak yükümlülüğü getirilmiştir.
Bunun yanı sıra Cemevlerinin ibadethane olarak resmi tanınırlığının olmaması, Aleviler için önemli bir mağduriyet alanıdır. Camiler, kiliseler ve sinagoglar gibi diğer ibadethanelere tanınan kamu hizmetleri ve mali muafiyetlerden Cemevlerinin faydalanamaması, Alevilerin dini yaşamlarını doğrudan olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle Aleviler, Türkiye’deki hukuk yolları tükendiğinde, AİHM’e başvurarak haklarını aramışlardır. AİHM, Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi gerektiğine ve farklı muamele yapmanın ayrımcılık olduğuna hükmederek, devletin bu alanda eşitlik sağlamasını zorunlu kılmıştır. Ancak, bu mahkeme kararlarının uygulanmasında hâlâ önemli yapısal sorunlar devam etmekte, Aleviler eşit yurttaşlık adına yasal ve kurumsal reformlar talep etmektedirler.
Türkiye’de son yıllarda siyasi iktidarlar, Alevi toplumunun bu taleplerini bir ölçüde dikkate alarak birtakım idari adımlar atmıştır. En belirgin çaba, 2009-2011 yılları arasında yapılan Alevi Açılımı girişimidir. Ancak bu süreç, büyük beklentilere rağmen somut hukuki ve anayasal reformlara dönüşememiş, Alevilerin temel inanç özgürlüğü ve eşitlik taleplerini karşılamaktan çok uzak kalmıştır. 2022 yılında ise Cumhur İttifakı iktidarı, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığını kurmuştur. Bu kuruluş, cemevlerinin giderlerinin karşılanması, imar mevzuatı ve personel istihdamı gibi idari ve mali düzenlemeleri içermesine karşın, Alevi toplumu tarafından bir göz boyama ve asimilasyon aracı olarak değerlendirilmiş; temel taleplerin karşılanmadığı gerekçesiyle yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Yani, bu başkanlık, Alevilerin özerklik ve özgürlük mücadelesinin önünde bir engel olarak görülürken, gerçek eşitlik için hukukta köklü değişikliklerin yapılması zorunluluğu devam etmektedir.
Aleviliğin kendine özgü inanç yapısı ve felsefesi, bu mücadeleyi daha da anlamlı kılmaktadır. Anadolu’ya Orta Asya’dan gelen Türkmenler ile birlikte taşınan Batıni İslam anlayışı, Ehl-i Beyt sevgisi ve Hacı Bektaş Veli gibi temel figürler etrafında şekillenen Alevi inancı, bireyi, insan sevgisini ve erdemli ahlakı ön plana çıkarır. Biçimsel ibadetlerden çok içsel arınma ve bilgelik yolculuğuna vurgu yapan Alevilikte, insanın kendini geliştirmesi, hakikate yakınlaşması esas alındığı için, İbadetin özünün insan sevgisi ve toplumla dayanışma olduğuna inanılır.
“Ne ararsan kendinde ara”, “İncinsen de incitme” ve “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” gibi öğretiler, Alevi felsefesinin evrensel ve insan merkezli karakterini açıkça ortaya koyar. Bu nedenle Cemevleri, camilerden farklı olarak yalnızca bir ibadet yeri değil, aynı zamanda toplumsal dayanışma ve kültürel yaşantının can damarıdır. Cemevlerinin ibadethane olarak tanınma mücadelesi, sadece dini bir talep değil, aynı zamanda Alevi kimliğinin resmiyet kazanması ve haklarının tanınması anlamına gelir.
Aleviliğin dört kapı kırk makam olarak tanımlanan öğretisi, insanın hakikate ulaşma sürecini sistematik bir biçimde özetler: Dışsal kuralların öğrenilmesi (Şeriat); maneviyat yolculuğu ve içsel dönüşüm (Tarikat); evrensel bilgeliğe erişim (Marifet) ve nihayet hakikatle bütünleşmeyi ifade eden Sırr-ı Hakikat. Bu yolculuk, Alevi inancının temel felsefesini oluşturur ve bireyin olgunlaşma sürecini simgeler.
Türkiye toplumunda Alevi-Sünni ilişkileri birçok açıdan karmaşık bir doku sergiler. Özellikle 1960’lardan itibaren hızlanan kentleşme ve sosyal değişim, Alevilerin kendi özgün kapalı yapısından uzaklaşarak sosyal ve politik alanlarda daha görünür olmalarını sağladı. Kentlerde örgütlenen dernekler, vakıflar ve cemevleri aracılığıyla, Alevi kimliği ve talepleri güçlendi. Bu gelişme, Alevilerin eşit yurttaşlık ve inanç özgürlüğü mücadelesini sistematik ve siyasal bir platforma taşımıştır.
Bununla birlikte, tarihsel travmaların, kurumsal ayrımcılık algısının ve ihlal edilen hakların gölgesinde, karşılıklı güven gelişimi zorlaşmakta; toplumda derin bir bilinç ve duyarlılık gerektiren bu meseleyi çözmek için taraflar arasında yapıcı diyaloglar hayati önem kazanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik, demokrasi ve insan hakları temelinde inşa ettiği modern devlet anlayışında, bu sorunların üstesinden gelinmesi, hem toplumsal barış hem de hukukun üstünlüğü açısından zorunludur.
Sonuç olarak, Alevi toplumunun eşitlik ve özgürlük mücadelesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerleri ile birebir örtüşen, ama aynı zamanda mevcut yapısal sorunların işaret ettiği derin bir gerilim alanıdır. Bu gerilim, devletin inançları tanımlama ve yönetme hakkı ile bireylerin dinsel özerklik talebi arasındaki çatışmadan kaynaklanır. Gerçek eşitlik, ancak demokratik hukuk devletinin üstünlüğü ve insan haklarına tam bağlılık ile mümkün olacaktır. Bu vesileyle, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’mızı bir kez daha kutlarken, eşitlik, demokrasi ve özgürlükler temelinde hep birlikte daha adil bir Türkiye idealini vurgulamak isteriz.






















Yorum Yap